Türkiye’nin göçmen, mülteci ve yabancı politikalarını, özellikle de vatandaşlık sürecini herkes gibi ben de uzun bir zamandır kaygıyla izliyorum.
Şeffaflık eksikliği, belirsiz istatistikler ve izlenen politikanın hangi amaca hizmet ettiğinin net bir şekilde açıklanmamış olması, bu sürecin dünyanın en kötü örneklerinden birine dönüşmesine neden oluyor.
Kolayca verilen vatandaşlık
Geçtiğimiz yaz Como’daki bir uluslararası toplantıda, Maronit asıllı Lübnanlı bir bakanla yaptığım sohbet hala zihnimde.
Dedi ki: “Türk vatandaşlığını almak neden bu kadar kolaylaştı, hâlâ anlamıyorum. Akrabalarımın çoğu, istenen parayı ödeyerek ailecek Türk vatandaşı oldular. Biz Lübnan’da on yıllardır yaşayan Filistinli mültecilere sadece seyahat belgesi veriyoruz. Vatandaşlık, çok ayrıcalıklı bir statü.” Bu sözler, Türkiye’nin izlediği yolun olumsuz manada ne kadar büyük bir dönüşüm geçirdiğini net bir şekilde gözler önüne seriyor.
Oysa Avrupa ülkeleri, vatandaşlık için en az beş yıllık oturum süresi öngörürken, Körfez ülkeleri ve Japonya gibi ülkeler, sadece çok özel koşullarda vatandaşlık veriyor.
Türkiye, buna kıyasla, belirli bir bedel karşılığında kolaylıkla vatandaşlık verebilen nadir ülkelerden biri haline geldi. Ummet bağlantısı, vatandaşlık için 400 bin dolarlık konut alım şartıyla inşaat sektörüne destek galiba diğer olması gereken kıstasların önüne geçiyor.
Nitelikli göçmen
Bu noktada şahsi görüşüm, ülkemize gelen başarılı, nitelikli ve katkı sağlayacak kişilere kapıların sonuna kadar açılmasında hiçbir sakınca olmadığı yönünde.
Eminim ki, aklı başında çoğu Türk vatandaşı da buna katılacaktır. Kim karşı çıkar, yatırımcı, iş insanı, sanatçı, mühendis, yazılımcı veya mimar gibi nitelikli bireylerin ülkemize katma değer sağlamasına?
Bu tür insanlar Türkiye’ye zenginlik kazandırır. Ancak Batı, en nitelikli bireyleri seçerken, biz ne yazık ki, çoğu zaman bu ülkeyi aşağıya çekecek kişilere kucak açıyoruz. İnsani mülahazalar, bu ülkenin kendi vatandaşlarının menfaatlerinin üzerine çıkamaz.
Bir zamanlar ülkemizin en nezih semtlerinden biri olan Beyoğlu’nda, İstiklal Caddesi’nde bir dolaşın, ne demek istediğimi anlayacaksınız. Suç örgütü üyeleri, potansiyel teröristler, aşırı dinciler, uyuşturucu satıcıları ve kaybedecek hiçbir şeyi olmayan (AB fonları ile finanse edilen) yoksullar, Türkiye’yi sığınacak yer olarak seçiyor. Interpol’ün kırmızı bülteniyle aranan kişiler bile Türk vatandaşlığı alabiliyor.
Bu durum, Türk vatandaşlarının Avrupa ülkelerinin sınır kapılarında yaşadığı aşağılanmalarla doğrudan ilişkili. Biz, vatandaşlarımıza hak ettikleri saygıyı ve küresel ligde yükselme imkânını vermektense, Türkiye’yi bu kişilere ev sahipliği yaparak itibar kaybına uğratıyoruz. Ülkemizdeki vasıflı insan sermayesi, geleceğe dönük belirsizlik ve korkuları yüzünden Batı’ya göçüyor.
Nüfusun yüzde 10’undan fazla göçmen akımı
Ülkemizde 3 milyon 99 bin 524’ü geçici koruma altında bulunan Suriyeliler, 221 bin 353’ü uluslararası koruma kapsamında bulunan yabancılar ve 1 milyon 104 bin 353’ü ikamet izniyle kalan yabancılar olmak üzere toplam 4 milyon 425 bin 230 yasal kalış hakkı bulunan yabancı var, resmi rakamlara göre. Ne kadar yasadışı gocmen ve mülteci var tam bilemiyoruz, ama çok olduğunu sokaklara, mahallelere, işyerlerine, tarlalara bakarak görebiliyoruz.
Hiçbir aklı başında ülke, nüfusunun yüzde 10’undan fazlasına tekabül eden göçmen ve mülteci akimini kabul etmez. Cumhurbaşkanı Erdoğan özellikle Suriye’ye geri dönüşlerin son zamanlarda arttığına dikkat çekiyor, bunu tesvik ettiğimizi de söylüyor ama asil büyük kitlenin kalmaya devam etmesi güçlü bir olasılık.
Bu orana ulaşmış ve yerel nüfusun tepkisini çeken bir göçmen kitlesi, o ülkenin sosyal dokusunu, etnik yapısını, güvenliğini ve iç barışını ciddi şekilde tehdit eder. Hızla artan nüfus, Arapçayı kullanma ısrarları, yakından yeni ayrıcalıklar istemeleri rahatsızlıkları artıracak, ırkçı tepkileri daha fazla körükleyecektir.
Türkiye’nin bu karmaşıklığı yönetme kapasitesini aşacak bir noktaya gelmesi an meselesi. Hükümetin, halkın çoğunluğu bu politikaya karşı çıkmasına rağmen, kendi istediği şekilde kararlar alması, ya ideolojik bir saplantıya dayanıyor ya da büyük bir yönetsel beceriksizliğin ürünüdür. Durum ne olursa olsun, bu gelişmeler Türkiye için bir kriz durumu oluşturuyor ve daha da vahim hale gelmesi kaçınılmaz görünüyor.
AB’den finansal yardımlar
Son olarak, Avrupa Birliği’nin, bu göçmenleri Türkiye’de tutmaya yönelik gönderdiği finansal yardımlar, kapilarin acilip kapatılması tehditleri bence ülkemiz (ve de AB) için tam bir utanç kaynağı. Bu durumu bir ulusal onur meselesi olarak ele almak, hem insan hakları hem de ulusal güvenlik açısından gereklilik.
“Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” gibi gözüken göçmen ve mülteci politikalarımızın yeniden gözden geçirilmesi ve vatandaşlık sürecinin daha kati kıstaslara bağlanması, şeffaf ve hakça yönetilmesi, ülkemizin geleceği için bir zaruriyet haline geldi.
Tavsiyeler:
- Göçmen ve mülteci politikalarını daha şeffaf bir hale getirmeli, hangi grupların kabul edileceği konusunda açık kriterler belirlenmeli. Özellikle, vatandaşlık süreci konusunda adil ve şeffaf bir yaklaşım benimsenmeli. Ülkeye gelen göçmenlerin niteliklerine göre ayrım yapılarak, katma değer yaratacak kişilere öncelik verilmelidir.
- Barınma ve ekonomik destek sağlama konusunda daha aktif olmalı, yasadışı göçmenlerin kendi ülkelerinde sorunlarını çözmeye yönelik çabalar artırılmalıdır. AB, ABD ve uluslararası kuruluşlarla da eşgüdüm ve yük paylaşımı temelinde mülteci akınını önlemek için daha kapsayıcı kalkınma politikaları ve iş gücü fırsatları oluşturulmalıdır. Bu sayede insanlar göç etmek zorunda kalmazlar. Mevcutların geriye donmesi tescil edilmeli, yerine göre kati kurallar duvarına toslayarak kendileri geri donmeye zorlanmalı.
- AB, Türkiye’ye bu amaçla gönderdiği finansal yardımları, geçici çözümler üretmek yerine, göçmenlerin kendi ülkelerinde uzun vadeli refahını ve güvenliğini hedefleyen projelere kanalize etmelidir. Ayrıca, AB ülkeleri, kendi sınırlarını daha sıkı bir şekilde kontrol ederek, göçmen kabul ederken daha adil ve eşitlikçi bir yaklaşım benimsemeli, Türkiye ile daha koordineli bir şekilde sorunun kökenine inerek çözüm üretmelidir.
Falcı olmaya gerek yok: Yoksa bu gidişle Türkiye’nin uzun vadeli refahı, güvenliği, uluslararası camiadaki yeri ve geleceği daha da gölgelenecektir.